
Uğur Kurt cemevi avlusunda polis S.K’nın tabancasından çıkan kurşunla katledildi. Olay ilk önce “Havaya atılan ateş so Devamı..

“Zorbalık karşısında sessiz kalan herkesin içindeki insan ölür!” diyor Akinwande Oluwole Soyinka isimli Nijeryalı yaza Devamı..

27 Mayıs 1995 tarihinden bu tarafa bir grup insan, gözaltında devletin askeri–polisi tarafından yani bizzat devlet iradesiyl Devamı..

Onu vurdular gözümle gördüm onu
Ak bir zambağa binmiş gidiyordu
Zambak dur
Sana da bulaştı kan...
Behçet Aysan
"Dert” hayatın içinde olağan bir alışkanlıktan ibarettir. Benjamin’in “umut dediğimiz umutsuzlar adına bir beklentidir aslında” deyişi her gün sırtımızdan çıkartmadığımız eski bir kıyafettir. Tıpkı Gogol’un mevsimlere aldırış etmeden devşirdiği unutulmaz “Palto”su gibi…
Oğuz Atay’ın “Beyaz Mantolu Adam”ının yalınkat çaresizliği, kendini bir denizin karanlık sularına bırakması gibi... Bunun ardında sürekli olarak acıtılmamız yatar. Evet, bizdeki gece çok uzun sürdü. Yıldızlara “Git” diyemezdik, zaten kıpırdamazlardı.Ay bile tanık olarak bırakılmıştı. Kederimizden yıllarca bir milim oynamadık. Karanlık içinde öylece kalakaldık. Kanıtlarımız vardı, her şey göz göre göreydi. Belki de bu nedenle sevgili babacığım “Sesler ve Küller” kitabını “yüz yıldır ülkemizde güzel bir gelecek için seslere ve küllere, zincirlere ve ölümlere, bütün acılara” adamıştı.
Kötü ölüm babamın kapısını çaldığında henüz kırk dört yaşındaydı. O zamanlar kocaman bir gözlük, uçak büyüklüğünde bir gazete ya da Therodorakis’in içli şarkıları gibi dev görünürdü bana babam. Ne kadar gençmiş oysa. Ve ben meğerse çocukluğumdan itibaren kötü anıları biriktirmeye devam etmeye zorlanmışım.
2 Temmuz 93… Saat 11.00 suları… Telefon çaldı. Babam Sivas’tan aradı, sesinde tuhaf bir tedirginlik: “Daha fazla kalmak istemiyorum, geleceğim”. Hiç hevesli değildi ki zaten gitmeye. Akşam televizyonda “Sivas’ta olaylar” başlığı. Önce “Yirmi iki yaralı var” dendi. Babamın hemen geleceğini düşündüm. Saat on haberlerinden sonra, alt yazılar geçmeye başladı. Otel yandı bitti, kül oldu, işte şu kadar ölü...
BABAM ÖLMEZ Kİ!
Bir bahçeye gittik annemle. Çok gördüğüm, babamla annemin hep götürdüğü, adı “Çiçek” olan bir yere. Yeşim abla (Dorman) ile Tevfik Şenyuva adeta volta atıyorlardı. Boşuna geliyordu bana yaşadıklarımız. Babam ölmezdi ki! Peki niye tanıdığım yüzlerde hep göz yaşı vardı? Tevfik Abi sarıldı bana, “Merak etme Behçet’e bir şey olmaz”. Önce babamın muayenehanesine gittik. Sonra Yeşim Abla, “Hadi” dedi, “Bize gidelim” ve 12 haberlerini izleyelim. Ve televizyonda İçişleri Bakanı Gazioğlu’nun açıklaması: “Ölenlerden ilk sekiz kişinin kimlik tespiti yapıldı, isimlerini sayayım.” Behçet Sefa Aysan dördüncü isim. Meğerse babam öğlen doktor arkadaşlarının yanına uğramış, kimlik tespitini de, ne yazık ki onlar yapmışlar! Sessizlik deldi geçti bedenimi, hiçbir kıpırtı hatırlamıyorum. Spiker, “Sayın bakanım, ölenler arasında Behçet Aysan gibi yazarlarımız, sanatçılarımız var mı?” diye soruyor, bakan birkaç dakikalık susuştan sonra “Evet” yanıtını veriyor. Ben daha çok korkuyorum. Sonra adımdan bir fazlasını hatırlamıyorum, annem beni eve götürmüş olmalı. Sabaha kadar mavi odamda bekledim, babamı. Gelecek ve ben afacan bir mutlulukla koşacağım yanına. Hem niye ölsün ki! Oysa deneyimmiş bizi olgunlaştıran. Ölümün bile deneyimi… Gazetelerdeki “deneyimli overlokçu, ya da ütücü aranıyor” ilanlarının bile sırrı bir tek kelimede bütünleşiyormuş. İçinde bilgiyi saklı tutan yaşam. O öyle bir erekmiş ki içinde bütün ayrıntıları barındıran. Kapsayıcılığı kelimenin basitliğinden uçsuz bucaksızlığından fazlaymış.
Ertesi gün anneme bir bardak çay uzattım. Gördüm gözünde yaş yerine kan var. Büyüdü gözündeki kan pıhtısı. Günlerce, aylarca gitmedi. Her gün kendini battaniyelerin altında sakladı. Bir kedi gibi incelikle mırıldanarak girdi odadan, çıktı odalardan. Bir gün ayağa da kalkamaz oldu, ağrıdan acıdan duramaz. Anladık ki, her konulan teşhis “Verilecek hesabı kalmamışlara” değilmiş. Defalarca ameliyat masasına götürdüler annemi. O gideceği yeri bilerek ince bir çizgi gibi gülümsedi. Ölümünden bir gün önce saatlerce konuştuk.
-Kendini niye bu hale getirdin anne?
İkimiz de biliyorduk artık geriye dönüşün olmadığını. Gittiği yolun çıkmaz bir sokakla birleştiğini daha önce bilseydi, kendini korur muydu, sanmıyorum.
-Babamı çok mu sevdin anne?
“Sen olsaydın sen de severdin” dedi olanca mahcupluğuyla, sarıldım ona. Kara gözlerine baktım, kaşlarına. Son konuşmalarımızdı bunlar.
Annemi bir kefen içinde gördüğümde de yaz başıydı, babama yakın bir mezar bulduk ona. Şimdi sanki bir pencereden babama bakıyormuş da en azından onu gördüğü için iyiymiş gibi geliyor bana.
Benim için yaşam artık, annemin ağzından çıkan son sözcüklerde gizli. Sivas’ın anlamını soruyor kimileri. İşte diyorum Sivas bir aile hikayesinde gizli. Sanki çok uzak bir geçmişte kalmış, hiç yaşanmamış bir aile hikayesinde.
Biri kırk üç, biri kırk dokuz yaşında ölen iki insandan kalanlardır bunlar. Bir romanda okunsa “Türk Filmi” gibi sulusepken, akıl başa gelince de bizim ülkemizde olası bir kurgusu var denebilir pekala.
Peki şimdi soracağım soruyu siz de hissedebiliyor musunuz? “Biz bu ülkeye, bütün bunları hak edecek ne yaptık?”
Yanıtlayacak tek bir sözcük bile bulamıyorum, bundan sonra da kendim için de hiçbir şey istemiyorum. Bu ülke daha çok erken ölümlere gebe. Tek bildiğim bu. Kalbimde seksenlerin unutulmaz ikliminin derin yansısı da, boşaltılan köyler de, ölümler de, Dicle’nin bir anda utanması var, hep var… Babamın yeni yeni kardeşleri de var... Taksim Gezi Parkı protestoları ile başlayan, ülke çapında demokrasi ve özgürlük çağrısına dönüşen gösterilere devletin kolluk kuvvetleri tarafından yapılan ölçüsüz ve orantısız güç kullanımı neticesinde Hatay’da Abdullah Cömert, İstanbul’da Mehmet Ayvalıtaş ve Ankara’da Ethem Sarısülük da gökyüzündeler artık...
Üstüne üstlük, söz konusu cinayetler, daha önceki öldürümlerdeki hukuksuzluklardan farklı değil... Onlarda da -en azından şimdiye kadar- yapılan soruşturmaların ciddiyetten uzak olduğu, failleri belirleme konusunda ilgili makamların görevlerini gereği gibi yerine getirmedikleri de ortada…
Bu ülkenin bir mağduru olarak söyleyeyim, ben bu katili yahut katilleri daha önce de gördüm. Çok açık ki, aynı katil, Uğur Mumcu’yu, Musa Anter’i, İlhan Erdost’u, Hasan Ocak’ı, Yusuf Ekinci’yi ve Metin Göktepe’yi de aramızdan aldı. Aynı katil Sivas, Madımak’ta toplanan çılgın kalabalığı önlemek için kılını kıpırdatmadı. Ve bu yüzden babamı kaybettim. Abdi İpekçi cinayetinin failini ödüllendiren, Zeki Tekiner’in katillerini salıveren de aynı katil.... Sabahattin Ali, Orhan Yavuz, Necdet Bulut, Akın Özdemir, Cevat Yurdakul, Cavit Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu, Sevinç Özgüner, Çetin Emeç, Turhan Dursun, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Onat Kutlar, Yasemin Cebenoyan, Necip Hablemitoğlu ve daha niceleri… Artık sayıları binlerle ifade ediliyor…
On yedi bin beş yüz faili meçhulün olduğu bir ülkede, gerçekten de bastığımız toprakların altından her gün yeni bir kan fışkırıyor. Aynı katil Hrant Dink cinayetinin faili ile gururla resim çektiren katildir. Sokaklarda bu ülkenin sahibi gibi kendi halkına baskı ve terör uygulayandır aynı katil…
Gaz bombaları arasındaki şiddet görüntülerine gururlanarak bakandır. Kafa göz yarmak için kapsül fırlatandır…
Bunun için, hukuka, yaşama hakkının kutsallığına, bu hakkın ortadan kaldırılmasının affedilmez bir insanlık suçu olduğuna inanan, vicdan sahibi tüm toplum kesimlerine sesleniyorum. İnsanları hukuk sistemi tarafından “korunmayacağı” bir ülkede yaşamak istiyor, buna sesini yükseltenlerin yargılanmayacağı bir sistemi özlüyor, yakınlarını siyasi cinayetlerde kaybedenler olarak adaletin bir gün herkese lazım olacağının unutulmamasını arzu ediyorum.
Eren AYSAN-Evrensel.net