
Uğur Kurt cemevi avlusunda polis S.K’nın tabancasından çıkan kurşunla katledildi. Olay ilk önce “Havaya atılan ateş so Devamı..

“Zorbalık karşısında sessiz kalan herkesin içindeki insan ölür!” diyor Akinwande Oluwole Soyinka isimli Nijeryalı yaza Devamı..

27 Mayıs 1995 tarihinden bu tarafa bir grup insan, gözaltında devletin askeri–polisi tarafından yani bizzat devlet iradesiyl Devamı..

Bu ülkede en makbul olan “suya sabuna dokunmamak” ve özellikle de “öteki” olana dair yazmamaktır. Örneğin Alevilerin dertlerini sıkıntılarını fazla yazmaya başlarsan adın “Alevi yazara” çıkar. Yaftalanırsın. Sıkıntı yaratırsın. Hatta daha sonra da adın “mezhepçi ve Aleviciye” kadar uzar...
Örneğin, devlete ve çoğunluk inancına ait hiç kimse asıl mezhepçiliği yapanın dünden bugüne kadar siyasi iktidar olduğunu, mezhepçiliğin devletin bizzat kendisinden kaynaklandığını görmek de durmak da istemez. Gerçeği bu şekilde yazmaya kalkarsan “abartmış” olursun. “Bu kadar da olmaz” denir! Alevilerin uğradığı haksızlıkların, zalimliklerin ve ayrımcılıkların doğrudan söylenmesi yerine, yumuşatılarak, suya sabuna dokunulmadan söylenmesi hep tercih edilir. Hatta bu söylemin mümkün olduğu kadar Alevi biri değil de Alevi olmayan biri tarafından dile getirilmesi daha makbul olarak görülür. Bu yüzden örneğin birçok televizyon programında bu konudaki tartışmalarda “sert söylemleri” olan Aleviler yerine Alevi olmayan “Alevi uzmanlar” tercih edilir… Yapılan yorumlarda, yazılan yazılarda Alevilere yönelik bir hakaret ya da gaf yapılırsa, o zaman da mutlaka bir yanlış anlaşılmadan bahsedilir. Aslında “o öyle söylememiştir, yanlış anlaşılmıştır”. O hayatı boyunca hep Alevileri sevmiş, hep korumuş kollamış, hatta onlarca Alevinin yetişmesini de sağlamıştır! Onun Aleviler aleyhine yazması, konuşması düşünülebilir mi? Kaldı ki bu konuda aslında ne devletin, ne de koca koca akademisyenlerin bir kabahati de yoktur. Nedense kabahat hep sahipsizdir… İşte üç somut örnek…
Varan Bir: Geçtiğimiz cuma günü “Dergahına Sahip Çık İnisiyatifi” Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nın içinde 100 yıl sonra ilk kez bir cem yaptı. Polis ceme müdahale etti. İzin vermek istemedi. Gerekçesi, dergahın müze olmasıydı. Gerçekten de 1924’de kapatılan Hacı Bektaş Dergâhı, 1964’de Kültür Bakanlığı’na ait bir müze olarak yeninde açılmıştı. Aleviler kendilerine ait bu en önemli inanç merkezinde bırakın ibadet etmeyi, ziyareti bile ancak bilet alarak, para ödeyerek yapabiliyorlar… Oysa aynı dergahın içinde 1834 yılında II. Mahmut tarafından yaptırılan camiye hem ücretsiz giriliyor hem de ibadet serbest! Şimdi bunun adı ne Allah aşkına?
Varan İki: Çorum Osmancık’ta Alevilere ait bir türbe var. Adı, Koyunbaba Türbesi. Aynı zamanda bir dergah. Hacı Bektaş Veli Anadolu Eğitim ve Kültür Vakfı Çorum Şubesi bu dergahın Alevilerin ziyaretine ve kullanımına açılması için Başbakanlık’a bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne müracaat etmiş. Aldığı cevap Alevilere karşı iki yüzlülüğün bir başka göstergesi… Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü, Hacı Bektaş Vakfı’na verdiği cevapta aynen şöyle diyor: “Koyunbaba Türbesi’ni Osmancık İlçe Müftülüğü Kuran kursu olarak kiralama talep etmiş olup kiralama işlemleri devam etmektedir.”
Üçüncü örnek ise başlı başına ayrı bir vaka. Devletin Sünni olarak gösterdiği, adına enstitüler kurdurduğu, Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklarken de gördüğümüz gibi her fırsatta adını andığı Yunus Emre aslında bir diğer adı da “asr-ı saadet” olan13. Yüzyıl’da yaşamış bir Alevi ereni. Yunus Emre adına kurulmuş bir enstitünün başkanı da olan Prof. Dr. Hayati Develi’nin yazdığı ve Anadolu Üniversitesi’nde okutulan “Osmanlı Türkçesi Grameri 2” adlı kitap geçen hafta önemli bir tartışma yarattı. Kitapta yer alan “Kötü ayin yapan Kızılbaşlar. Allah onları kıyamete kadar aşağılık ve adi etsin. Din zamanlarında namaz kılınmıyordu” ifadesine Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) ciddi bir tepki gösterdi. Bu tepki basına da yansıdı. Bunun üzerine kitabın yazarı Prof. Develi ABF’ye “Alevi Bektaşi Federasyonu Yönetim Kurulu’nun Saygıdeğer üyeleri” başlıklı bir özür mektubu gönderdi. Kamuoyu ile de paylaştı. Develi durumu şöyle açıklıyor: Kitaptaki “Kızılbaş-ı bed-âyîn –hazelehumullâh ilâ yevmiddîn- zamânındanamâzkılınmayup” cümlesi yanlış tercüme edilmiştir… Bu cümlede “Kızılbaş” ibaresiyle kastedilen, Safevilerdir. Osmanlı tarih kitapları Safeviler hakkında benzer yüzlerce ifadeyle doludur…”
Ölür müsün, öldürür müsün? “Koca” profesör, sanki “Kızılbaşlık” kavramının 16. Yüzyıldan itibaren bütün Alevileri aşağılamak için kullanıldığını, Safevilerin de Aleviler olduğunu bilmiyormuş gibi açıklama yapıyor, arkasından da kendisini temize çıkarmak için “Hayati Develi’yi Alevi-Bektaşi toplumuna hakaret etmekle suçlamak, en hafif ifadeyle insafsızlıktır” diye açıklama yapsa kaç yazar! Sayın Develi bizi dinlemez biliyorum ama hiç değilse kendi kurumundan “Böyle bir anlayışı temsil eden birinin başkan olduğu kurumda adımın danışman olarak geçmesini asla kabul edemem” diyerek istifa eden Prof. Dr. Onur Bilge Kula’ya kulak kabartsın!