
Uğur Kurt cemevi avlusunda polis S.K’nın tabancasından çıkan kurşunla katledildi. Olay ilk önce “Havaya atılan ateş so Devamı..

“Zorbalık karşısında sessiz kalan herkesin içindeki insan ölür!” diyor Akinwande Oluwole Soyinka isimli Nijeryalı yaza Devamı..

27 Mayıs 1995 tarihinden bu tarafa bir grup insan, gözaltında devletin askeri–polisi tarafından yani bizzat devlet iradesiyl Devamı..

Mandela’nın ölümü ile birlikte, sanıyorum Fidel Castro ‘karizmatik lider’ kategorisinde tek başına kaldı… Geçen yüzyılın aynı zamanda kapitalizm karşısında sosyalizmin ortaya çıkışı ve yüzyılın aynı zamanda ‘ulusal kurtuluş yüzyılı’ olması, dünyanın dört bir yanında çok sayıda karizmatik lideri de ortaya çıkarmıştı. Siyasi tercihleri bazılarını lanetli hale getirse de, 20. Yüzyıl tam bir liderler yüzyılı gibiydi. Birçok ülkede, uluslararası alanda adı-sanı olan, ağırlığı olan lider ya da liderler vardı. Saymakla bitirmek gerçekten çok zor: Rusya’da Lenin, Troçki, Stalin; Almanya’da Liebknecht, Luxemburg, Brand; Hindistan’da Gandi; Pakistan’da Zülfikar Ali Butto gibi... Çin’de Mao, Vietnam’da Ho Chi Minh gibi... İngiltere’de Churchill’i saymamak haksızlık olur. Faşist olmalarına rağmen; Hitler, Mussolini, Franko ve Salazar’ı saymamak da… İslam coğrafyasında; Nasır’ı, Arafat’ı, Saddam’ı, Kaddafi’yi ve Humeyni’yi de karizmatik liderler kategorisinde saymak zorundayız… Türkiye’de ise tereddütsüz; Mustafa Kemal…
Birçok başka faktörün yanı sıra, sosyalist sistemin çöküşü dünyanın dengelerini de değiştirdiği için, son 30-40 yıldır, dünya karizmatik lider ya da liderler ortaya çıkarmakta artık çok zorlanıyor. Süreklilik sağlayamadıkları için, liderlik ya lokal ya da yarım kalıyor. Efsane olunamıyor. Efsane olunmayınca lider de olunamıyor. Çünkü liderliğin bir yanı süreklilik iken, diğer yanı da Che örneğinde olduğu gibi efsane olmayı gerektiriyor.
Mandela, yalnızca ömrünün 27 yılın hapiste geçirdiği için bir efsane değildi. Irkçı rejime karşı imkansız gözüken bir mücadeleyi en alttan en yukarıya taşıdığı, imkansızlığı yendiği için efsaneydi. “Yapılana dek, her zaman imkansız gözükür” dediği şey olmuş, ‘vatan hainliğinden, teröristlikten’ devlet başkanlığına terfi etmişti… Söylediğine inanıp inanması başka bir şey ama Obama’nın dediği gibi; “Mandela, bir insandan beklenebileceklerden daha fazlasını başarmış, sadece bizim zamanımıza ait değil, çağlara ait biri olmuştu”…
‘Çağlara ait birinin’ sağdan sola kadar her çevre tarafından saygıyla anılması, bu nedenle anlaşılır bir şeydir. Silahlı mücadeleyi zorunlu bir mücadele yolu olarak açıklayan ve buna uygun davrandığı için tutuklanan, özgürlüğü ve eşitliği öne çıkaran birinin, potansiyel olarak ona ‘düşmanı olması gereken’ sağcılar ve muhafazakarlar tarafından bile anılmasında, onun mücadelesinin başarıya ulaşmasının belirleyici bir rolü olduğu aşikardır. Bu yüzden; Obama’dan Merkel’e, Cameron’dan Erdoğan’a kadar herkes Mandela için ‘gözyaşı’ döküyor! Çünkü; başarı ve iktidar adına rol değiştiğinde, ‘vatan haini ve terörist’ bir anda ‘özgürlük savaşçısı’, ‘çirkin Afrikalı’ da ‘efsane insan’ oluyor! Başarı olunca, iktidar el değiştirince; o mücadeleye liderlik eden ve bir dönem ‘terörist’ ilan edilen kişi hemen ‘unutulmaz’ oluyor. Onların ulusal kurtuluş için, bağımsızlık için, özgürlük için bir mücadele yöntemi olarak kullandıkları ‘devrimci şiddet’, adı anılmasa da legal bir mücadele olarak olağan kabul ediliyor. Tıpkı geçmişte Mustafa Kemal, Mao, Che, Castro, Arafat örneklerinde olduğu gibi…
Mandela’nın Güney Afrika’da hayatın akışını değiştirdiğine ve ‘imkansızı başardığına’ kimsenin bir itirazı olmasa da; özellikle iktidara geldikten sonra sistemi köklü olarak değiştirmekten vazgeçmesi, ona yönelik eleştirileri ortadan kaldırmıyor. Bazı çevreler bu özelliğinden dolayı Mandela’yı ‘intikamcı’ değil ‘yapıcı ve barışçı’ ilan etseler de; Güney Afrika’da sistem siyahların aleyhine işlemeye devam ediyor. Irkçılığın resmi olarak bitmiş olması, etnik ‘Apartheid’ın sona ermesi, ‘ekonomik ‘Apartheid’i yeni bir yüzle devam etmesini ortadan kaldırmış değil. Siyahların geliri düşerken, beyazların geliri artmaya devam ediyor. Ülkede işsizlik ciddi boyutlarda, yüz binlerce insan kolera, ishal ve AIDS ile boğuşuyor. Her yıl on binlerce insan cinayetlere kurban gidiyor. ‘ANC İktidarı’ toplumsal eşitsizliği azaltmadı, arttırdı. İktidara gelen siyahlar, beyaz burjuvazinin partnerleri olarak siyah burjuvaziyi oluşturdular. ANC ile ittifak olan Güney Afrika Komünist Partisi yöneticileri de zenginleşerek ülkenin elitleri arasına katıldılar.
Ancak bu acı gerçek bile “Özgürlük için gökyüzünü satın almanıza gerek yok. Ruhunuzu satmayın yeter” diyen Mandela’nın önemini asla ortadan kaldırmıyor. Çünkü o; mücadelesiyle, hep umudun ve direncin adı, barışın ve özgürlüğün simgesi olmuş biri. Eğer Didier Drogba gibi ünlü bir futbol lideri, ‘Teşekkürler Mandela’ yazılı bir tişort giyiyorsa, bu bir sonuçtur. Çünkü o Drogba, ülkesinde yaşanan iç savaş sırasında, ülkesinin ‘Dünya Kupası’na katılımını kutlamadan önce kameralar önüne çıkıp, her iki tarafa da, “Size yalvarıyorum, lütfen silahlarınızı bırakın ve bu zaferi hep beraber kutlayalım” deme cesaretini Mandela’dan almıştır. Bu cesaret ortadayken, ‘Teşekkürler Mandela’ yazısından dolayı, Futbol Federasyonu’nun Drogba’ya dava açmasının bir hükmü olur mu?